Tek Tanrı İnancı
Göktürkler döneminde Türkler, yüksek ve tek bir Tanrı anlayışına ulaşmışlardı. Bu Tanrı, "Gök-Tanrı" adı ile anılıyordu. Gök (sema) ve Tanrı anlayışındaki bu yakınlık mana olarak varlığını korumuş ve günümüzdeki Allah'ın mekandan münezzeh olduğunu bildiren dinlerin dahi "semavî" olarak adlandırılmasında etkili olmuştur. Türklerin Tanrı tarafından korunduğu ve hükümdarlığın ondan alındığı inancı ise Türklerde milliyet ve dünya hakimiyeti şuurunu doğurmuştur. Bu özellik dolayısıyla Türkler Tanrı'ya "Türk Tanrısı" adını vermişlerdir.
Göktürklerden sonra Oğuz ve başka Türk boyları da (Uygurlar vs.) tek Tanrı inancına ulaşmıştı. Ancak Kırgız, Başkurt ve diğer bazı Türk ulusları, 10.yüzyılda bile tek Tanrı inancına erişememişlerdi. Mesela Başkurtlar en büyüğü gökte olmak üzere çeşitli mabutları tanıyordu. Diğer bazı Türk boyları ise güneşe, yıldızlara, büyük dağ ve nehirlere Tanrı sıfatını veriyordu . Onlar gibi bazı Altay Türk grupları da, son zamanlara kadar Kara Han'ı Tanrıların en büyüğü olarak tanıyorlardı.
Kaynaklar: İbn Fadlan, Rihle (Seyahatnâme), sayfa.18-20; Zeynü'l-Ahbâr, Târîh-i Gerdîzî, sayfa.83-87
Tek Tanrı İnancı Göktürkler döneminde Türkler, yüksek ve tek bir Tanrı anlayışına ulaşmışlardı. Bu Tanrı, "Gök-Tanrı" adı i...
Cumhuriyet döneminde demokrasinin işleyişi sık sık darbelerle kesildi. Aslında bu bizim eski bir geleneğimiz. Osmanlı İmparatorluğu’nda askeri isyanlar ve darbeler, Fatih Sultan Mehmed’in ilk hükümdarlığı zamanında 1446 Buçuktepe İsyanı ile başlar ve 1913’teki Bâbıâli baskınıyla sona erer. Neredeyse Fatih Sultan Mehmed’den sonra isyanla yüzleşmeyen Osmanlı padişahı yok gibidir. 36 Osmanlı padişahından 12’sinin isyan ve darbeyle tahtını kaybettiği gözönüne alındığında durumun vahameti daha iyi anlaşılır.
Günlerce, hatta aylarca devam eden isyanlar İstanbul halkına korkulu günler yaşatıyor, günlük hayat tamamen felç oluyordu. İsyanlar zaman zaman o kadar ileri boyutlara ulaşıyordu ki, bazen devlet adamlarının cesetleri köpeklere yem ediliyor, bazen sadrazamların kelleleri alınıyor, bazen de padişahlar acımasızca katlediliyorlardı.
Cumhuriyet döneminde demokrasinin işleyişi sık sık darbelerle kesildi. Aslında bu bizim eski bir geleneğimiz. Osmanlı İmparatorluğu’nda...
Kutsal Engizisyon, altı asır boyunca asileri, dinsizleri, cadıları, homoseksüelleri, paganları vb. cezalandırdı..
Birçoğu tam kurumamış odun yığınları üzerinde yavaş yavaş yanarak can verdi. Ve çok daha fazlası da işkenceye maruz kaldı. İtirafları elde etmek, kusurları düzeltmek ve korku salmak için uygulanan yöntemlerden bazıları şunlardı :
Dikenli tasma ; asılı kafes ; rahatsız edici, demir ağız tıkacı ; vücudu yavaşça ikiye bölen testere ; parmak kıran mengeneler ; kafa ezen mengeneler ; kemik kıran sarkaç ; iğneli iskemle ; "Şeytan"ın içine giren uzun iğne ; et koparan demir kancalar ; ateşte kızdırılan mandallar ve maşalar ; içleri çivili lahitler ; kolları ve bacakları yerlerinden koparana kadar geren demir yataklar ; iğne veya çengel uçlu kamçılar ; içi dışkı dolu fıçılar ; zindan, kapan, kasnaklar, halkalar, kancalar ; dinsizlerin ağzına, homoseksüellerin kıçına ve İblis'in aşıklarının da vajinasına sokup içeride açtıkları armut biçimli aletler ; cadıların ve zina yapan kadınların memelerini sıkıştırdıkları mandal ; ayaklarının altında yakılan ateş... Ve "erdem"in diğer silahları..
(EDUARDO GALEANO, "Aynalar / Neredeyse Evrensel Bir Tarih")
Kutsal Engizisyon, altı asır boyunca asileri, dinsizleri, cadıları, homoseksüelleri, paganları vb. cezalandırdı.. Birçoğu tam kurumamış o...
Bir gün Akşehir civarında bir köye gittim. Çok yağmur yağıyordu ve soğuk vardı. Kendimi belli etmeyerek, bir evin önünde duran kadına:
Bacı yağmur var, soğuk var. Beni çatın altına kabul eder misin dedim? O hiç tereddüt etmeyerek, buyurun dedi ve beni bir odaya aldı. Odada ateş olmadığı ve yeni bir ateşin yakılması uzun zamana bağlı olduğu için:
İsterseniz bizim odaya gidelim. Orada hazır ateş var dedi. Odaya girdik. Ondan sonra komşulardan birkaç kadın ve birkaç erkek geldi. Beraberce konuşmaya başladık. Konuşurken bana en önemli soruları soranlar kadınlar oldu. Askerin vaziyetini, düşmanın halini, en önemli düşmanın hangisi olduğunu sordular ve bunları sorarken hiç bir telaş ve hileyi lüzum görmediler. İnsanca konuştular. Fakat biraz sonra, benim kim olduğumu anlayınca telaş gösterdiler ve söyledikleri, sordukları şeylerden kendilerine bir zarar geleceğini zannederek korktular! Çünkü şimdiye kadar resmi bir adamla açıkça konuşmayı büyük bir suç gördüler.
Kaynak: Atatürk’ten Gençliğe Unutulmaz Anılar, Ahmet Gürel, Mayıs 2009
Bir gün Akşehir civarında bir köye gittim. Çok yağmur yağıyordu ve soğuk vardı. Kendimi belli etmeyerek, bir evin önünde duran kadına: Ba...
Fransa ve İtalya limanlarında hazırlanan 35.000 kişilik büyük bir donanma ile 19 Mayıs 1798'de harekete geçen Napolyon Bonapart, 21 Temmuz'da yapılan Ehramlar Muharebesini de kazanıp Kahireyi işgal etti.
Kur'an'ın yalanlar ile dolu olduğunu söyleyen Napolyon, Mısır halkının sempatisini çekmek için İslam'ı kullanmaya çalışmıştır.
''Mısır halkı! Size, dininizi yakmak için geldiğimi söyleyeceklerdir. İnanmayınız. Onlara, haklarınızı iade etmek için geldiğimi söyleyiniz. Memluklardan daha fazla Allah'a, Peygamberine ve Kur'an'a saygı duyduğumu söyleyiniz.'' Demiştir.
Bunun üzerine Mısır halkı kendisine ''Sultan el-Kebir''(Büyük Sultan) unvanını vermiştir.
Mekke şerifi de kendisine ''Kutsal Kabe'nin koruyucusu'' demiştir.
(Prof. Dr. Fahir ARMAOĞLU, 19.Yüzyıl Siyasi Tarihi, s.74-75)
Fransa ve İtalya limanlarında hazırlanan 35.000 kişilik büyük bir donanma ile 19 Mayıs 1798'de harekete geçen Napolyon Bonapart, 21 T...
Hazar Kağanlığından bahseden kaynaklar; ordu sefere çıktığında her asker yanında iki metre boyunda, ılgın ağacından kazıklar bulundurduğunu, konakladıkları zaman herkesin yanındaki bu kazıkları düzgünce yere sapladığını, kalkanların bu direklere dayandırıldığını ve böylece kısa bir zaman içerisinde karargahın etrafının sanki surlarla çevrilmiş gibi olduğunu söylerler. Buna bağlı olarak meşhur Moyun Çor Kağan’ın da 750 senesinde otağını kurdurduğunu, burayı çitlerle güvence altına aldırdıktan sonra, kitabesini yazdırttığını bilmekteyiz. Bununla beraber ordu yeri arabalarla çevrelenmekteydi ki, bu da bir nevi savunma...
Gumilev, L.N., Hazar Çevresinde Bin Yıl, Çev. A.Batur, İstanbul 2001
Hazar Kağanlığından bahseden kaynaklar; ordu sefere çıktığında her asker yanında iki metre boyunda, ılgın ağacından kazıklar bulundurduğu...
İsa'dan önce 31'de, Roma, Kleopatra'ya ve hem şöhrette hem de yatakta Sezar'ın mirasçısı olan Marcus Antonius'a savaş ilan etti..
Bunun üzerine İmparator Augustus kamuoyu nezdinde gücünü sağlamlaştırmak için halka rüşvet olarak tuz dağıttı.
Pleplere (yönetilen sınıf) tuz hakkını aslında patriciler (yönetici sınıf) vermişti, ama alabilecekleri miktarı Augustus artırdı.
Roma tuzu seviyordu. Kaya tuzu ya da deniz tuzu, Romalıların kurdukları şehirlerin yakınlarında her zaman tuz oluyordu.
İmparatorluğun, Ostia plajından tuz getirmek için açtırdığı ilk yolun adı "Via Salaria" oldu (ekteki fotoğraf). "Maaş" anlamına gelen "salario" sözcüğü köken olarak, o dönemde askeri seferlere katılan lejyonerlere ödemenin tuz olarak yapılmasından gelmektedir..
(EDUARDO GALEANO)
İsa'dan önce 31'de, Roma, Kleopatra'ya ve hem şöhrette hem de yatakta Sezar'ın mirasçısı olan Marcus Antonius'a sava...
YUSUF ZİYA ORTAÇ'ın, 1960 baskısı, "Gün Doğmadan" adlı kitabından...
1949 yılı başlarında, CHP iktidarının son bütçesi tartışılmaktadır. Muhalefet Atatürk için satın alınan Savarona yatını lüks bellemekte, masrafının yüksek olduğunu ileri sürmektedir. Savarona satılmalı, talibi çıkmazsa torpillenip batırılmalıdır !..
Başbakan Şemsettin Günaltay, yanındaki milletvekilinden bu konuya yanıt vermesini ister. O, kararlı bir şekilde kürsüye çıkıp der ki :
"Sayın arkadaşlar... Savarona yatının ne zaman alındığını, niçin alındığını, kime alındığını hepiniz bilirsiniz elbet.. Ama, bulanan hava içinde, yeniden bir kibrit çakmak, konuyu aydınlatmak lazım ; Vatan kadar büyük, vatan kadar güzel bir insan, Atatürk hastaydı, ölüm hastası.. Fransa'dan getirtilen doktor ona, şehrin tozlarından uzak, deniz havasının faydalı olacağını söylemişti.. Bize, hür insanlar içinde yaşama gururunu kazandıran kahramana karşı bizim de bir vazifemiz yok muydu ?.. Vardı elbet !.. İşte, o günkü hükümet, bu asil duygu ile şimdi batırılması istenen Savarona'yı bulmuş ve almıştı.."
Bu ateşli yanıtın sahibi daha sonradan DP'nin başına geçen, üçüncü cumhurbaşkanı CELAL BAYAR idi...
YUSUF ZİYA ORTAÇ'ın, 1960 baskısı, "Gün Doğmadan" adlı kitabından... 1949 yılı başlarında, CHP iktidarının son bütçesi tart...
Romalı kadınlar senede bir gün mutlak iktidarın tadını çıkarırlardı. Evli kadınlar bayramı "Matronalias" boyunca onlar hükmediyorlardı ; erkekler de onların dediklerini yapıyorlardı..
Eski Babil'deki eğlencelerin devamı olan "Saturnalias"lar bir hafta sürer ve "Matronalias"lar gibi dünyanın düzenini altüst ederlerdi. Hiyerarşiler tersine dönerdi : Zenginler, evlerini istila eden, giysilerini giyen, masalarında yemek yiyen ve yataklarında uyuyan yoksullara hizmet ederlerdi. Tanrı Saturnus'un şerefine düzenlenen "Saturnalias"lar 25 Aralık günü doruğa ulaşırlardı. O gün Yenilmez Güneş günüydü ; asırlar sonra bir Katolik kararnamesiyle günün adı "Noel" yapıldı..
Avrupa'nın ortaçağı boyunca kutlanan "Masum Azizler Günü" sırasında iktidar çocuklara, aptallara ve delilere bırakılırdı. İngiltere'de "The Lord of Misrule / Düzensizlik Efendisi" hüküm sürerdi. İspanya'da ise, her ikisi de tımarhanede yaşayan "Horozların Kralı" ile "Domuzların Kralı" taht için kapışırlardı. Başına bir Papa başlığı takıp eline bir asa alan çocuk "Delilerin Papası" olur ve parmağındaki yüzüğü öptürürdü ; bir eşeğin üstündeki başka bir çocuk ise piskopos vaazları verirdi..
Tersine dünyanın bütün bayramları gibi bu geçici özgürlük alanlarının da bir başı ve sonu olurdu. Çok kısa sürerlerdi..
Kaptanın emir verdiği yerde mürettebata emir vermek düşmez !..
(EDUARDO GALEANO)
Romalı kadınlar senede bir gün mutlak iktidarın tadını çıkarırlardı. Evli kadınlar bayramı "Matronalias" boyunca onlar hükmedi...
Orhan Kemal, cezaevinde Nazım'ın yanında yatmaktadır. Büyük üstada her gün bir şiir yazıp getirir. Nazım sıkılmadan her gün okur bu şiirleri ve "olmamış !" der. Sonunda bir gün dayanamaz ve Orhan Kemal'e "Oğlum sen şiir yazma artık.." der, "git hikaye yaz, çok daha başarılı olursun.."
İşte Türk edebiyatının en büyük hikaye yazarı ve romancılarından biri böyle çıkar ortaya..
Orhan Kemal, 1940 yılında Bursa Cezaevi'nde tanışmıştır Nazım Hikmet'le. Onun toplumcu görüşlerinden etkilenmiştir. Üç buçuk yıl Nazım'la koğuş arkadaşlığı yapan Orhan Kemal, kendisinden Fransızca, felsefe ve siyaset dersleri de almıştır. İlk düzyazı denemesi olan "On Sekiz Yaş" adlı romanını da yine Nazım Hikmet'in yardımıyla yazmıştır..
ERTÜRK AKŞUN
Orhan Kemal, cezaevinde Nazım'ın yanında yatmaktadır. Büyük üstada her gün bir şiir yazıp getirir. Nazım sıkılmadan her gün okur bu ş...
İncil'e göre "fahişe ve fahişelerin anası" olan lanetlenmiş şehir Babil'de, insan küstahlığının bir sembolünü teşkil eden o kule göğe doğru yükselmekteydi..
Öfkenin yıldırımı fazla gecikmedi : Tanrı kuleyi inşa edenleri, artık birbirleriyle asla anlaşamasınlar diye, farklı diller konuşmaya mahkum etti ve kule sonsuza kadar yarısı bitmiş bir halde kaldı..
Eski İbranilere göre insanların konuştuğu dillerin farklılığı ilahi bir cezaydı..
Ancak Tanrı bizi cezalandırmak isterken tek bir dilin sıkıcılığından kurtararak belki de bize bir iyilik yaptı..
(EDUARDO GALEANO, "Aynalar")
İncil'e göre "fahişe ve fahişelerin anası" olan lanetlenmiş şehir Babil'de, insan küstahlığının bir sembolünü teşkil ed...
1959 yılının bir pazar günü okyanusu aşıp Arjantin'e varacak bir uçağın yolcu listesindeydi Turgay Şeren.. Aynı yılın Şubat ayında, tam olarak 17'sinde ise Brezilya'nın Botofoga takımı karşısında, sırtında River Plate formasıyla sahadaydı. Botofoga'nın kaptanı gelecekte Fenerbahçelilerin yakından tanıma fırsatı bulacağı bir isim olan Didi idi.. Turgay'lı River Plate, Botofoga'yı 2-1 mağlup etmeyi başarıyordu..
Turgay'ın, Galatasaray'ın dışında formasını giydiği tek kulüp olan, River Plate formasıyla çıktığı ikinci maç Arjantin takımı Mal Der Plate'ye karşıydı. Turgay bu maçta kalesini gole kapadığı için maç 0-0 bitecekti..
River Plate yönetimi ve taraftarı Turgay'ın River Plate'nin kalesini koruyabilecek bir kaleci olduğuna ikna olmuşlardı. İyi bir transfer ücretiyle bu işi bitirmeyi planlıyorlardı. Ancak o sıralarda devam eden yönetim kurulu toplantısında Galatasaray Başkanı Sadık Giz bu transfer hakkında ne düşündüğünü açık bir dille ifade ediyordu :
"Turgay'ı bırakmak Galatasaray'a ihanettir.."
Turgay dönmemekte ısrar ettiği takdirde Uluslararası Futbol Federasyonu'na şikayette bulunacaklarının da altını çiziyordu üstelik..
Arjantin-Türkiye arasında kurulan telefon hattında konuşulanlar hiçbir şeyi değiştirmiyor, biraz zoraki de olsa Turgay Şeren yeniden yuvaya dönüyordu..
EGE GÖRGÜN
1959 yılının bir pazar günü okyanusu aşıp Arjantin'e varacak bir uçağın yolcu listesindeydi Turgay Şeren.. Aynı yılın Şubat ayında, ...
Ayyaşların piri Bekri Mustafa Üsküdar iskelesinde kayıkçılık yaparken bir gün Sultan Dördüncü Murad ile Sadrazam Bayram Paşa tebdil gelirler ve mahsus koca ayyaşın kayığına binerler. Sahilden bir hayli açılınca, kayıkçı, rakı testisini dikip birkaç yudum çeker. Sultan Murat "Baba, testiyi uzat, bir yudum da ben içeyim !" der. Mustafa güler, "Sen içemezsin oğul, içindeki su değil, rakı !" der. Padişah, "niye içemeyelim ?" deyince, "Tahammül edemezsiniz, belli olur, hem kendinizi hem beni yakarsınız !" der. Beriki ısrar edince testiyi uzatır. Yol aladursunlar, testi elden ele dolaşır. Bir ara Sultan Murad, "Baba sen padişah yasağından korkmaz mısın ?" diye sorar. Bekri Mustafa, "Korkarım amma, padişah burada beni nereden görecek ?" der. Padişah, "Ya ben haber verirsem ?" deyince, "Veremezsin, sen de içtin, kellelerimiz beraber düşer !" cevabını verir. Bunun üzerine çakırkeyif olan hükümdar, "Ya ben padişah, bu adam da Sadrazam Bayram Paşa ise !" deyince, Bekri Mustafa kürekleri bırakıp kahkahayı atar, "Hay köftehor. Ben demedim mi tahammül edemezsiniz diye. şunun şurasında iki yudum rakı içtiniz, biriniz padişah, biriniz vezir olmaya kalktı !.." der..
(REŞAD EKREM KOÇU, "Tarihimizde Garip Vakalar")
Ayyaşların piri Bekri Mustafa Üsküdar iskelesinde kayıkçılık yaparken bir gün Sultan Dördüncü Murad ile Sadrazam Bayram Paşa tebdil gelir...
Türkler, Müslüman ordularına yüzlerce yıl direnmişlerdir. Araplar, cihat adı altında ganimet elde etmek (yağma) için, Türkistan’a dalmışlar; çok kan akıtmışlar; milyonlarca çocuğu, kadını, genci köleleştirmişler; tapınakları yağmalamışlar; sürüleri Arabistan’a yollamışlardır.
Kaynak: Ord. Prof. Dr. Vasily Viladimiroviç Bartold, Moğol İstilasına Kadar ‘TÜRKİSTAN’
Türkler, Müslüman ordularına yüzlerce yıl direnmişlerdir. Araplar, cihat adı altında ganimet elde etmek (yağma) için, Türkistan’a dalmış...
"Milletimiz, yüzyıllarca bu saçma görüş açısından hareket ettirildi. Fakat ne oldu? Her gittiği yerde milyonlarca insan bıraktı. Yemen çöllerinde kavrulup yok olan Anadolu evlatlarının miktarını biliyor musunuz? Suriye’yi, Irak’ı korumak için , Mısır’da barınabilmek için, Afrika’da tutunabilmek için ne kadar insan yok oldu, bunu biliyor musunuz? Ve sonuç ne oldu, görüyor musunuz?
...Yeni Türkiye’nin ve yeni Türkiye halkının,artık,kendi yaşam ve mutluluğundan başka düşünecek bir şeyi yoktur, başkalarına verebilecek bir zerresi kalmamıştır ! "
Mustafa Kemal Atatürk
KAYNAK: Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 2007 , sf. 181
"Milletimiz, yüzyıllarca bu saçma görüş açısından hareket ettirildi. Fakat ne oldu? Her gittiği yerde milyonlarca insan bıraktı. Ye...
Eski Çin kaynakları Türklerin Çalgı Çalmaya Ne Kadar İlgili Ve Düşkün Olduklarından Söz Ederler. Öyle Ki Türklerin Gidecekleri Yer Uzun Yol Da Olsa, Herhangi Bir Kır Gezisi De Olsa Mutlaka Çalgılarını Yanlarında Götürdüklerini Çinli Bir Gezgin Not Etmiştir. Türk Müziği Yaylı-Üflemeli-Vurmalı Bir Çok Otantik Saz İçermektedir.
Görsel: üç telli 'gıcak' çalan bir Türkmen: 1900 lerin başı
Üç telli 'gıcak' çalan bir Türkmen: 1900 lerin başı
Eski Çin kaynakları Türklerin Çalgı Çalmaya Ne Kadar İlgili Ve Düşkün Olduklarından Söz Ederler. Öyle Ki Türklerin Gidecekleri Yer U...
Neyzen bir meyhanede kafayı bulduktan sonra gece yarısı sokağa fırladı ve başladı küfürler savurmaya. Mahalle halkı pencerelere koştu. Mahalle bekçisi onu yakalamaya kalktı, ama kolay değildi. Karakola koşup yardım istedi. Komiser, hemen iki zaptiye alıp olay yerine gitti: ‘Ulan sarhoş herif! Ne hakkın var rezalet çıkarıp mahalle halkını uyandırmaya? Sen kimsin lan!’ ‘Komiser Bey, sen beni nasıl tanımazsın, ben sadrazamım!’ Komiser bir an durakladı, ama hemen kendini toparlayıp zaptiyelere, ‘Götürün şu herifi!’ dedi. Zaptiyeler Neyzen’i yaka paça karakola götürdüler. O yine, ‘Ben sadrazamım! Beni tutamazsınız’ diye bağırıp duruyordu. Sonunda sızıp uyudu. İki saat sonra olan biteni anımsayınca, ‘Hay Allah, yine ne haltlar karıştırmışım. Sadrazamlık beş para etmiyormuş’ diyerek komiserin odasına koştu: ‘Komiser Bey’ dedi, ‘Ben sadrazamlıktan istifa ettim!’ Kendisini koyverdiler.
(Hıfzı Topuz’un “Çılgın ve Özgür/Neyzen Tevfik’in Romanı”, Remzi Kitabevi, 2014, kitabından alıntıdır.)
Neyzen bir meyhanede kafayı bulduktan sonra gece yarısı sokağa fırladı ve başladı küfürler savurmaya. Mahalle halkı pencerelere koştu. Ma...